Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ocak, 2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Müziğin Çocukları ve Kıymalı Böreğim

  Bu satırları yazacağım aklıma bile gelmezdi ama bu sömestr bi duygusalım. Son sömestr tatilim diye böyle olduğunu düşünebiliriz. Ama lise arkadaşlarımı görmenin etkisi de büyük. Birazdan da evden çıkıp kıymalı böreğim le buluşacağım.   Biz lisedeyken en büyük kavgamız müzikti. Kim ne dinliyorsa ona göre gruplaşırdı. Grupların özelliği ve ismi değişse de ergenliğin değişmeyen furyası kendini bir gruba, bir yere ait hissetmek... Bizim zamanımızda da okul çıkışlarında rapçiler, rockçılar ve metalciler toplanırlardı. Metalciler her zaman sert çocuk/kız'lardı. Genelde de tansaştan alışverişimizi yapar kordonda çimlere çökerdik. Bütün paramızı karikatür dergilerine ve küpelere/piercinglere yatırırdık. Gündem bu hafta kim ne çizmiş, kimin konseri varmış, yeni bir grup dinlenmiş mi vs idi. Bi de her sınıfta enstrüman çalan bir kişi mutlaka bulunur, o haftaki stüdyo maceraları dinlenirdi.   Lise anılarımın en güzellerinden biri arkadaşımızın akustik gitarına eşlik ettiğimiz "Nothin

Anna Torv & Blake Lively

  Bu sezon tam bir yaprak dökümüydü. Sevdiğim diziler arka arkaya final yapıp ekranlara veda ettiler. Önce Gossip Girl, ardından Fringe. Daha Fringe'in finalini izlemedim ama Anna Torv'u o kadar seviyorum ki dizi bitmesin diye yavaş yavaş izlemeye çalışıyorum.   Fringe başlı başlına efsanevi bir yapım. İlk bölümünü izlediğim günü dün gibi hatırlıyorum. Karanlıkta laptop ın karşısına geçmiştim, gerim gerim germişti dizi beni. Sonrası da çok akıcı ve ilgi çekiciydi. Bir de yeni öğrendim anatomi bilgilerim diziye olan merakımı kamçılıyordu. Walter karakteri çok uçuk, bi o kadar muazzamdı.   Gossip Girl ise -kabul etmeliyim ki- benim ergen yanımdı.   Bu iki farklı dizinin başrolleri Anna Torv ve Blake Lively'i çok sevmekle beraber birbirlerine çok benzetiyorum. Blake, Anna'nın gençliği gibi geliyor. Anna Torv daha donuk bir karakteri canlandırsa da günlük hayattaki gülüşü çok içten. Blake Lively zaten çocuksu gülümsemesiyle gönlümde taht kurmuş durumda. Ne diyebilirim

Freud'çu bir aşktı benimkisi

  Çok istediğim birşeyi rüyamda görmek asla gerçekleşmemesi demekti. Freud'u tanıyana kadar rüyalarımın uğursuzluğuna inanırdım.   Oysa O'nu rüyamda gördüğümde ne benim olmasını istiyor ne de bilinçdışımın bir köşesinde bu kadar yer ettiğini biliyordum. Sabah kalktığımda ilk hissettiğim büyük bir hayranlıktı. İnsan beynine, en ufak ayrıntıyı bile hafızaya alabilmesinden dolayı büyük hayranlık duydum. Sonra kendime şaştım. Aşık olmanın insaniliğini o kadar unutmuşum ki rüyamda görene kadar duygularımı bastırdığımı farkettim. Halbuki ruhun sonsuz özgürlüğünü savunan ben, iş kendime gelince büyük bir diktatör kesiliyordum. Yataktan bir daha duygularıma söz geçirmemek üzere kalktım.   Okula vardığımda rüyanın etkisinden çıkmış, gerçekliğin kollarına kendimi bırakmıştım. O zaman çok ufak bir ayrıntıyı atlamış olduğumu anladım. Evet onu tanımıyor olduğum gibi hiçbir ortak çevrede bulunmuyorduk! İsmini bile öğrenemeyecek olmak içimi acıttı.   O'na daha dikkatli bakmaya başladığ

Ajanda Aşkım

  Ajanda ve takvim sevgim kendimi bildim bileli var ama Metis ajandalarını gördüm göreli bunun adı resmen AŞK . İlk ajandamı 2009'da almışım ama nereden denk geldim de aldım bilemiyorum. Kıbrıs Şehitleri Caddesi'ndeki bir zamanların efsane İletişim 'i, şimdinin kitapsanında görmüş olmam muhtemel. En büyük hatam ise YGS-LYS'ye hazırlanacağım nasıl olsa ajanda yazacak vaktim olmaz diye 2010 ajandasını almamam(kendime haksızlık yapmayayım belki de alacak vaktim olmadı). Resmen koleksiyonumdaki eksik parça!   Ajanda günlükten bile güzel birşey, hangi gün hangi etkinliğe katılmışsın nereye gitmişsin gayet özet şekilde var. Gerçi ben zaman zaman günlük muamelesi yapıp duygularımı da yazıyorum. Mesela Büyük Ev Abluka'da konserinde Bas Bariton'a aşık olmuştum, oraya hemen çakmışım bi KALP .   Günlükten bile güzel dedim ya... İnsana Almanca, Biyoloji, İngilizce sınavlarından daha çarpıcı birşey hatırlatabilir mi lise yıllarını!   Bazen de araya g

4 Şehir 4 Leman Kültür

  Fırat çıkmadan önce bu kadar karikatür delisi değildik. İlk imza günüme gittiğimde Penguen son demlerindeydi. Erdil Yaşaroğlu-Yiğit Özgür-Serkan Altuniğne-Ersin Karabulut dörtlüsünden efsanevi bir poster imzalatmıştım. Tabii o zaman Ersin Karabulut diğerleri kadar tanınmıyordu. Yine vardı kendi çapında ergen bir kız kitlesi, aa sandıkiçini çizen sümüklü Ersin ihihih diye dolanıyorlardı. Utangaç tavırlarından sonra ben de kendisini pek sevdim, Sandıkiçi’nin sıkı takipçisi oldum. Ersin Karabulut 2-3 hafta üst üste facebook’tan bahsetmişti köşesinde. Ben de 2007 yılındaki Penguen imza gününden sonra takipçisi olduğum Ersin’i yine takip ettim ve girdim facebook’a.  (2007 İzmir Tüyap-Penguen İmza Günü)

Dede Korkut Taze Bitti Dede Hüseyin Versek?

  Dede Korkut ahaliyi başına toplayıp sürekli tarihi hikayeler anlatırmış. Benim dedemin de bir ahalisi olmadığına göre, misafir olduğu süre zarfınca bana anlatıyor hikayelerini. Hikayeden çıkarılan ders de bonusu. Ben de bu güzel hikayelerden sizi mahrum bırakmıyor, hemen iki tanesini patlıyorum. (Vikipedia'dan arakladığım Dede Korkut büstü) i. Bir karı-kocanın bebeği varmış. Bebeği evde bırakıp komşuya gitmişler. Geri döndüklerinde de kapının önünde bir kedi, ağzı burnu kan içinde. Adam benim bebeğimi yedi diye hemen öldürmüş kediyi. İçeri girip baktığında ne görsün!!! Bebeğin başında kan içinde parçalanmış bir yılan. Adam ömür boyu vicdan azabı çekmiş kedi bebeğimin canını kurtardı, bense onun canını aldım diye. DERS: Hiçbir şey göründüğü gibi değildir!!! ii. Adamın biri bok temizliyormuş. Bi gün bi arkadaşı "Padişah değişti duydun mu"  diye sormuş. Adamımız: "Kim gelirse gelsin ben yine bok temizleyeceğim" DERS: İktidara kim gelirse

Midas'ın Kulakları Eşek Kulakları

  Kral Midas deyince benim aklıma ilk gelen kulaklarıdır. Dokunduğu herşeyi altına dönüştürmesiyle de bilinir. 2 yıl önce katıldığım Eskişehir'deki bir öğrenci kongresinde de bizi Yazılıkaya'daki Midas Anıtı'na götürdüler sosyal program olarak. Yazılıkaya(Midas Şehri)

Il buono, il brutto, il cattivo (1966)

Auralı İlham

  Gözlüklerini çıkarıp sıkıntıyla ovuşturdu gözlerini. Yazmaya çalıştığı saatlerde zamanın nasıl hızla aktığını yine unutmuş. Soğuyan kahvesini bir kerede bitirip kendine gelmeye çalıştı.   “Her şey bir cümleyle başlıyor” diye düşündü. İşten çıkıp eve gelirken geçirdiği otobüs yolculuklarını düşündü. Kalabalıkta gözleri dalmışken şoförün ani freniyle nasıl kendine geldiğini düşündü. Her şey o anda başlıyordu. Uzaklardan kopup tekrar otobüsün telaşına düştüğünde aklına yazacağı hikâyenin ilk cümlesi geliyordu. Auralı ilham terimi var mıdır diye sordu kendine.   Bildiği tek şey ilham kavramının yetenekli insanları kıskanan yeteneksizler ordusu tarafından ortaya atıldığı. Dostoyevski’ye bir ömür boyu ilham gelip kendisi hala bir öykü yazamamışken elbette biliyordu yeteneksiz olduğunu ve aslında Dostoyevski’ye ilham gelmediğini.   Okuduğu ilk romandan bu yana bir gün güzel şeyler yazacağını ve insanların da bir gün kendisini okuyacağını hayal etmişti. Bir süre çalıştı, hangi türde

CM101MMXI FUNDAMENTALS

Sirkeci Tren Garı Müzesi

  Her yıl müze kartı çıkartanlardanım. Çok müze gezdiğim için mi? Yılda bir-iki kere lazım oluyor diyelim.   Bana bugüne kadar gezdiğin en güzel müze hangisiydi dersiniz hiç düşünmeden şu cevabı veririm: Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve İstanbul Arkeoloji Müzesi (ikisi arasında bir seçim mümkün değil!).  Ardından Topkapı, Dolmabahçe, Ayasofya, Ankara Etnografya diye sıralanıyor elbet.   Ama bugün daha farklı müzelerden bahsetmek istiyorum: her gün önünden geçtiğimiz ve belki de umursamadığımız daha küçük müzelerimizden.  Bir müze sadece bilim ve sanata ışık tutmak zorunda değildir, onun misyonu tarihi yer yönüyle korumaya alabilmektir. Bu yüzden en ilgi çekici bulduğum müze oyuncak müzeleridir. Ankara’daki Koç Oyuncak Müzesi’ni gezdim ancak Sunay Akın’ın oyuncak müzesine gitme imkanını bir türlü bulamadım maalesef!   Konumuza dönersek bugün Sirkeci Tren Garı’ndaki minimalist ancak bir o kadar güzel müzeyi size kendi fotoğraflarımla tanıtmak istiyorum.

Моето село (Benim Köyüm)

  Dedem yine bastonuyla tavana(odamın zemini oluyor) vurarak uyandırdı beni. Petal(horoz) öterken uyanır gibi olmuştum ama yine dalmışım demek ki. Koşarak indim aşağıya. Dedem tarlaya gidip gelmiş bile. O danaya su vermeye giderken hemen kilere koştum.   Biraz un eleyip oklavayı kaptığım gibi kuruldum sininin başına. Bir yandan televizyonu açtım. Dedemin bir türlü izletmediği maçın özetini izledim. Kerber bu mücadeleyi de kaybetmiş, elendi turnuvadan. Un, ayran, karbonat ve tuz. Başladım hamur teknesinde karıştırmaya. Dedem de damdan gelip yaktı sobayı. Yine mis gibi dürmeyle kahvaltı edeceğiz. Bahçeden domates de toplamış ama geçen yılki kadar güzel değiller, hastalık kaptı diyor. Bu sene de hiçbir şeyin bereketi yok ki. Okullar kapanıp da ben gelene kadar akkiraz mevsimi bitmiş. Mümin Abi’nin karadutuna dalacağım mecbur.   Hamuru kat kat açıp bi güzel pişirdim odun ateşinde. Dedem yeni çıkardığı baldan bir kase koyuyor hemen. Peynirimizi zeytinimize de çıkarıp kahvaltı ediyoruz