Dedem yine
bastonuyla tavana(odamın zemini oluyor) vurarak uyandırdı beni. Petal(horoz)
öterken uyanır gibi olmuştum ama yine dalmışım demek ki. Koşarak indim aşağıya.
Dedem tarlaya gidip gelmiş bile. O danaya su vermeye giderken hemen kilere
koştum.
Biraz un eleyip
oklavayı kaptığım gibi kuruldum sininin başına. Bir yandan televizyonu açtım.
Dedemin bir türlü izletmediği maçın özetini izledim. Kerber bu mücadeleyi de
kaybetmiş, elendi turnuvadan. Un, ayran, karbonat ve tuz. Başladım hamur
teknesinde karıştırmaya. Dedem de damdan gelip yaktı sobayı. Yine mis gibi
dürmeyle kahvaltı edeceğiz. Bahçeden domates de toplamış ama geçen yılki kadar
güzel değiller, hastalık kaptı diyor. Bu sene de hiçbir şeyin bereketi yok ki.
Okullar kapanıp da ben gelene kadar akkiraz mevsimi bitmiş. Mümin Abi’nin
karadutuna dalacağım mecbur.
Hamuru kat kat açıp bi
güzel pişirdim odun ateşinde. Dedem yeni çıkardığı baldan bir kase koyuyor
hemen. Peynirimizi zeytinimize de çıkarıp kahvaltı ediyoruz. Namnamnam götürüyoruz dürmelerimi.
(Dürme yaparken, 2011)
Köyde durmak yok
tabi. Kahvaltıyı topluyorum, saçağı süpürüyorum. Saçak demişken kısaca evimizi
de anlatayım. İki katlı bir ev, odaların açıldığı sofa gibi alana biz saçak
diyoruz. Saçakta odun sobası, mutfak, yoğurt çırpma makinesi falan var. Yoğurda
su katılıp çırpılıp tereyağ elde ediliyor bu arada. Ayranı da su gibi içiyor
millet.
Zeynep komşumuzun 13
yaşındaki kızı. Gelip danamızı alıyor kırlara salmak için. Kızıyorum dedeme:
“Hani dana almayacaktın bir daha, uğraşmayacaktın? Niye iş çıkartıyorsun
kendine?”
Dedem: “Ben yıllarca
hayvanla uğraştım kızan, şimdi kahveye gidiyorum gitmişken evde yemek
yapmayayım diye orada yiyorum. Cuma kasabaya gidiyorum, evde ekmek artıyor. Çok
ağrıma gidiyor yemeği dereye atmak. Hem arkadaş o bana, halan Bursa’da babanla
amcan İzmirde.”
Dedeme kızıyorum bir
yandan ama danası da o kadar tatlı minnoş bir şey ki. Danadan çok zebraya
benziyor zaten, kahverengi derisi üstünde siyah çizgileri var.
Bugün Zeynep’in
babası kasabaya götürecek bizi. Bi kebapçe yiyip üstüne bir de espresso keyfi
yapacağız. Evi süpürüp hızlıca duş alıyorum. Köy evi diyoruz da, her odasında
banyo var. Böyle rahat şehirde yok vallahi.
(Bulgaristan'daki evimiz)
Kasabada Bulgar
kızları topuklularla salınıyorlar yine. Bu kızların en karakteristik özelliği
yazın hiç geçmeyen modası göbeği açık bluzlarıdır. Kasabada Zeynep, ben ve
Zeynep’in ablası Embiye geziyoruz. Dedemle kızların babası Mehmet Abi de bir
cafeye oturuyorlar. Biz de bi restorana geçip yemeklerimizi sipariş ediyoruz.
Hiç aceleye yer yok bu insanların hayatında, kimse koşuşturmuyor. Herkes
gölgeye çekilmiş aylak aylak yaz güneşinin tadını çıkarıyor.
Yemek yedikten sonra
kısa bir alışveriş turu. El yapımı ahşap tabaklar, hediyelik eşyalara
bakıyorum. Ee bir de parfümerilere dalıp çıkıyorum. Üstünüze üstünüze gelen
satış görevlileri olmuyor, istersen al istersen alma. Ben Hasköy bozası çok
severim, taze olacak. Bizim kasabaya da getiriyorlar, almak için bir
magazine(dükkana) dalıyorum yine.
-Edna Boza(Bir Boza)
+Malki ili golyam? (Küçük, Büyük?)
-Golyam. Koksi Leva? (Büyük, kaç leva?)
+Edna leva osetdesem stotinski (1 leva 80 santim)
Alışverişi
tamamlayınca yorgunluk kahvesi içmek için en sevdiğim kafeye oturuyoruz.
Bulgaristan’da sudan çok tüketilen bir şey varsa önce bira sonra kahvedir. Bira
demişken sudan bile ucuz. Su 1 leva, bira 0,80 leva. Sokaklarda kahve
makineleri var. Kahveleri de sert olduğu için kısa, orta ve ya uzun satıyorlar. Günde 10 kere kahve içen bir
millet daha ne diyeyim. Babam hep der zaten komanizma zamanında bile bu millet
kahve içmeden durmazdı diye. Ben de orta espressomu söylüyorum ama içerken
delinen midemin haline de acıyorum. Yok yok americano falan diyorsunuz da
yanına yaklaşamaz bu kahvenin.
Yorucu bir günün
ardından eve dönecekken yolda dedemin bi arkadaşına rastlayıp hal hatır
oluyoruz. Adam Türkiyeli olduğumu öğrenince patlatıyor soruyu: “Orada gece rahat
rahat gezebiliyor musunuz, buradaki rahatlık var mı?” diye. Bok var, tabi ki
yok buradaki rahatlık.
Eve dönüyoruz.
Akşamüzeri tarlaya bostan almaya gidiyoruz. Tarladan dönerken soruyorum dedeme “Türkiye’ye
gelmeyi düşünmüyor musun?” diye.
“Ah be kızan ben bu köyde doğdum. Bana burası rahat. Anam,
bubam, babaannen hepsi şu Geveköy mezarlığında. Anam Balkan Savaşı’nda
çocukmuş. İkinci dünya savaşında Alman askeri köyümüze kadar girip, babaannenin
evini karakol yaptığında çocuktum. Komonizma kurulup devlet öküzümüzü aldığında
delikanlıydım. Babaannen genç yaşında ölüp baban ufacık yaşta kaldığında
kendime Varna’da geldim. “
Saçımı çekiyor.
“Saçın da aynı
babaannen, sirecik”
(6 yaşında Bulgaristan'a giderken kullandığım pasaport)
(Köyümden bir manzara, dağların arkası Yunan :)
(Şu hayatta geç kavuştuğum bir şey varsa o da köy hayatıdır.
İlk kez gittiğimde 1,5 yaşındaymışım. Dedemlere torun sevdirmek için
götürmüşler. İkinci gidişimi hayal meyal hatırlıyorum, 6 yaşındayken. Çifte
vatandaşlığımı alıp yılda 1-2 kez köyüme gitmem ise 13 yaşıma rastlıyor.
Çocukluğunu beton duvarlar, dörtyollar,
caddeler arasında geçirmiş biri olarak kıymetini anlıyorum temiz havanın.
Balkan havası içimde eksik olan aidiyet duygusunu tamamlıyor, topraklarımda
olduğumu hissediyorum, geçmişimi hissediyorum. )
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorum yaptığınız için teşekkür ederim...