Ana içeriğe atla

Match Point, 2005



  Sevgili Newyorker yönetmenimiz Woody Allen'ın Avrupa'da çektiği filmlerinden biri olan Match Point oldukça gerilimli, kumpaslı ve entrika dolu bir yapıt. Filmin türü alıştığımız Woody Allen tarzına biraz uzak olsa da, senaryo yine erkek-kadın ilişkisini irdelemek üzerine kurulu.
  Jonathan Rhys Meyers'in canlandırdığı Chris Wilton İrlandalı bir tenis antrenörüdür. En önemli tenis turnuvalarından biri olan Wimbledon'a ev sahipliği yapan Londra film için güzel bir mekan olsa da, oyuncular tenis oynamayı bilmediği için bu olanaktan yeterince faydalanılmamış. O güzelim kortları yeterince seyredemedik. Ancak açılış sahnesi tenisin efsane metaforlarından biriyle başlıyor, aynı zamanda filmin finalinin bir değişik versiyonu adeta. Evet biraz karışık anlattım ama basitleştireyim hemen. Top fileye geldiğinde ya fileyi geçemez kaybedersiniz, ya da fileyi geçer ve kazanırsınız. En önemli faktör şanstır. Tenisçiler için prestijli sayılar değildir bunlar, oyuncunun attığı top filede takılır ve karşı tarafa geçerse rakibinden nazikçe özür diler. Chris Wilton fakir biri olarak doğduğu için şanssız olduğunu düşünüyor. Yine de vazgeçmemiş ve hayatta yeni şanslar elde etme peşinde.
  Tenis oynamayı bırakıp Londra'ya tenis antrenörü olmaya geliyor. Prestijli bir kulüpte ders vermeye başlıyor. Öğrencisi Tom Hewett ile dostluk geliştiriyor. Tom'un kızkardeşi Chloe kendisine aşık oluyor. Ancak esas kadınımız Scarlett Johansson, yani Nola Rice. Nola Tom'un nişanlısı ve bir klasik olarak tüm erkeklerin dikkatini çeken bir kadın. Amerika'dan gelmiş ve sürekli oyunculuk seçmelerinde eleniyor. Ailenin kötü gelini. Chris Nola'ya ilk görüşte tutuluyor.
  Paradan da vazgeçemediği için Chloe ile evleniyor. Film de tam bu noktada bir keşmekeşe sürükleniyor. Nola ve Tom ayrılıyor. Chris ile Nola'nın yasak ilişkisi başlıyor. Chris gün geçtikçe para ve aşk arasında seçim yapmaya sürükleniyor.


  Kimileri senaryoyu hareketli ve sürükleyici bulsa da, ben bu kadar klasik bir hikayede sıkıldım. Woody Allen'ın tarzı tabi ki farklı bir renk sunmuş, ancak filmin ikinci yarısında bitse gitsek duygusuna kapıldım. Çok fazla git-gel var. Ama hep aynı monotonlukta. Chris hayatındaki kadınları mı oyalıyor, Woody Allen seyirciyi mi diye sormalı bence.
  Filmin bir başı bir de sonu güzel, çünkü zekice bağlanmış. İçerdiği cinayet vakası başlı başına Suç ve Ceza'ya gönderme. Zaten filmin ortalarında Chris'in evinde Dostoyevski okuduğu ve daha sonra kayınpederiyle Dostoyevski sohbeti yaptığı kısımları da düşünürsek, göndermeden ziyade kafaya kakma durumu.
  Zekice metaforlar bir tek filmin sonunu Agatha Christie tadında bağlamaya yaramış. Genel olarak diğer filmlerden aldığı tadı almadım. Woody Allen'ı ilk defa izlediğinizde çok etkileniyorsunuz. İkinci ve üçüncü filmlerde tarzını yakalıyorsunuz. Ancak daha sonra sürekli kadın-erkek ilişkisi irdelediğini, bir takım konuların ısıtılıp ısıtılıp işlendiği algısına kapılıyorsunuz. Woody Allen severler kızacaktır ama bence durum böyle. Midnight in Paris ve Annie Hall'un yanında solda sıfır kalır diyorum bu film.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hayatıma Yön Veren 10 Kitap

  Geçen sene böyle bir yazı okumuştum, o günden beri düşünüyorum hayatıma yön veren 10 kitap nedir diye. En çok beğendiğiniz kitapları belirlemek kolaydır ama bir kitap okuduktan sonra bazı kararlarınızı sorgulamak bazılarını değiştirmek ise o kitabın hayatınıza etki ettiğini gösterir. Yani bir kitabı beğenmekle bir kitabın size kendinizi sorgulatması ayrı şeylerdir. Ben "bir kitap okudum hayatım değişti" demiyorum ama "bir kitap okudum ve kararlarım değişti" dediğim 10 kitabı sıralayacağım.

İlk Psikiyatri Hastanesi: Asklepion

  İçinde bulunduğumuz coğrafya tıbbın kurucu medeniyetlerine ev sahipliği yapmıştır. Tıbbın babası Hipokrat İstanköy (Kos Adası) doğumludur ve çeşitli Anadolu illerinde hekimlik yaptıktan sonra tekrar İstanköy'e dönerek hekimliğe burada devam etmiştir. İstanköy Bodrum'un karşısında yer alan bir Ege adasıdır.   O dönemlerde yurdumuzda üç önemli sağlık merkezi bulunmaktaydı. Hipokrat'ın bulunduğu Kos Adası, Epidaurus ve Asklepion.

Yaşlılıkta Aşk / Love at Old Age

  Sokakta neden el ele yürüyen yaşlılara sık rastlamayız? Siz hiç parkta öpüşen yaşlı bir çift gördünüz mü? Ben görmedim... Yaşlanınca unutur muyuz aşkı, yoksa "yaşlı başlı insanlarız" diye düşünüp toplumdan mı çekiniriz? Kafelerde birbirine aşkla bakan yaşlı insanlar olsa benim çok hoşuma gider mesela. Gittikçe sevgisiz toplumlara dönüşüyoruz. Aşkımızı, sevgimizi belli etmekten utanıyoruz. Bir de mahalle baskısı var gencinden yaşlısına. Sarılamıyor, öpüşemiyor, el ele tutuşamıyoruz.   Sizi bir projeyle tanıştıracağım. Ünlü fotoğrafçı Willy Puchner "Love at Old Age" adlı projesinde yaşlanınca aşkların nasıl göründüğünü göstermiş. Keşke diyorum, hep böyle insanlar görsem çevremde. Yılların yıpratamadığı aşkları kırışıklarına gizlemiş bu tonton insanlarla dolu olsa sokaklar, sahiller. Willy Puchner Bio The Project: Love at Old Age